Söyleşi, Defne Üçer Şaylan
Fizikçi, eğitim programları ve alternatif pedagojiler tasarlayan ve Bilim Akademisi'nin popüler bilim yayını Sarkaç'ın editörlüğünü yürüten Defne Üçer Şaylan'a bilim, bilimsel bilgi ve yöntem hakkında merak ettiklerimizi sorduk. Jetz'in başlangıç edisyonu Güzel Yeni Dünya kapsamında gerçekleştirdiğimiz söyleşide, temel bilimlerden yurttaş bilimi pratiklerine, basit gözlem ve deneyi nasıl uygulayabileceğimizden bilimin herkes yararına ve eşitlikçi bir düzlemde nasıl işleyebileceğine dair geniş bir çerçeveyi konuştuk. Gündelik yaşamda işlevselleşebilir ve bir o kadar ufuk açıcı öneriler aldık, sunuyor ve kendisine teşekkür ediyoruz!
Defne Üçer Şaylan & Gökçe Yiğitel
Defne, bilim ve bilimsel bilgi nedir, nasıl çalışıyor? Neler bilime konu olabilir?
Bilimin ne olduğunu söylemek zor ama nasıl çalıştığını anlatabilirim. Bilimi insanlığın, aklını ve deneyimlerini kullanarak çevresindeki evren hakkında bilgi edinmek için geliştirdiği yöntemlerden oluşan kolektif bir çaba olarak düşünebiliriz. Bilim öncelikle etrafımızda nesnel olgular olduğunu kabul ediyor. Nesnel olgular kimin ona baktığına göre değişmiyor, aynı şartlarda kim bakarsa baksın aynı şeyi görüyor. Kişiye göre değişebilen olgular; inançlar, zevkler, duygular, tercihler, hangi dinin ya da tarzın daha ”iyi” olduğu bilimin konusu değil. Bilimin konusu olan nesnel olgulara dair sorular şunlar olabilir; Dünyanın ısınmasında insanların rolü önemli mi? Yaşam nasıl başladı? Evren nasıl oluştu? Stres çocukların öğrenmesini nasıl etkiliyor? Bitkiler neden yeşil? Karakterimizi etkileyen faktörler nelerdir, genetik ve çevresel etkileri ayırt edebilir miyiz? Bilimsel olan ve olmayan konuları birbirinden ayırmak genelde mümkün ama bazen soru o kadar karmaşık oluyor ki, nesnel olmayan olgular da barındırıyor. Örneğin bilinç bilimin konusu mudur? Bu hala bir tartışma konusu. Bilinci bugün bilimsel olarak anlamaya çalışan çabalar var, felsefede de tartışılıyor. Bunların konuşulduğu güzel bir söyleşi tavsiye edeyim. Bilim bir bakış açısıyla başlıyor, akla dayanan yöntem ve pratikler ile ilerliyor. Süreçte bilim topluluğunun rolü çok önemli. Bir kişinin yaptığı şey bilim olabilir ama elde ettiği bilgi ancak bilim topluluğunun süzgecinden geçtiğinde bilimsel bilgi olarak kabul ediliyor.
Bilimsel yöntemi en basit şekliyle nasıl tanımlarsın?
Gözlem işin odağındadır. Karşımızda nesnel bir dünya olduğunu varsaydığımıza göre onu tanımak ve anlamak için kuşkusuz ona bakmak, gözlemek gerekiyor. Günlük hayatımızda sürekli gözlem yapıyoruz, deneyimlerimiz ve gözlemle edindiğimiz bilgiyi kullanıyoruz fakat bilim yapmak bu değil, bilim yanıltıcı unsurların ve önyargılarımızın oluşturduğu perdeyi aralamayı başarmalı. Bilimdeki gözlemler daha “dikkatli” ve “sistematik”tir. Gözlem kullandığımız tek yöntem değil, örneğin modelleme yapıyoruz, doğayı matematiksel olarak modelliyoruz. Bilim bazen teorik bulgularla ilerliyor, önce matematiksel olarak gösterilen olgular var, örneğin Neptün böyle keşfedilmiş. Modeller oluşturup, bilgisayar simülasyonlarıyla bu modeller gözlemlerle uyumlu mu diye bakıyoruz, daha uyumlu olması için bu modelleri geliştiriyoruz. Bu matematiksel modellerin sağlamlığından emin olunca, bilgisayarda da deneyler yapabiliyoruz. Toplum hakkında bilgi edinmek için de çeşitli yöntemler var. Anket yapıyoruz, verileri analiz ediyoruz, son zamanlarda büyük veriden bilimsel bilgi edinmenin yöntemlerini rafine ediyoruz; hesaplamalı sosyal bilimler diye bir alan mevcut. Süreçte kayıt ve paylaşım da kritik öneme sahip. Bilim yaparken edinilen bilgiyi somutlaştırmak ve bilgiyi sistematik olarak kağıda geçirmek hem bilgiyi analiz edebilmek, hem başka bilgilerle sentezleyebilmek hem de paylaşabilmek için gerekiyor. Bulguların ve yöntemin tüm açıklığıyla paylaşılması başkalarının da o bilgi ve yöntemi test etmesine olanak sağlıyor. Bu şekilde testlerden geçen bulgular, kanıtlanmış bilgiye dönüşüyor. Sistematik gözlemi sıradan gözlemden ayıran bir örnek verebilir misin?
Klasik bir fizik sorusu: Bir bowling topu ve bir kuş tüyü aynı yükseklikten yere doğru bırakılsa hangisi önce düşer? Bu soruyu günlük hayatımızdaki gözlemlere dayanarak yanıtlarsak, aynı yükseklikten bırakılan iki cismin ağır olanının daha çabuk yere ulaşacağını öne sürebiliriz. Aristo da böyle yapmış, demiş ki “ağır cisimler daha hızlı düşer”. Aristo’nun yaşadığı M.Ö. 300'lü yıllardan 15. Yüzyıla kadar bu böyle bilinmiş. Bilimsel aydınlanma bu tarihlerde hızlanıyor ve Galileo da o sürecin belirleyicilerinden. Daha dikkatli bakabileceği bir yöntem geliştiriyor. Bugün yerçekiminin etkisinin kütleden bağımsız olduğunu biliyoruz. Yani hiç hava olmayan bir ortamda bir bowling topu ve bir tüy aynı yükseklikten bırakılırlarsa aynı anda yere ulaşır. Bir bowling topu ve bir kuş tüyünün nasıl aynı anda yere düştüğünü görmek isterseniz, bu deneyin harika bir videosu var. Ayrıca Ayda Apollo 15 görevinde David Scott da bu deneyi bir çekiç ve bir kuş tüyü ile yapmış. Bizler daha dikkatli bir gözlem yapabilir miyiz, bir düşünelim. Tüy ve taş birbirlerinden çok farklı malzemeler, hem şekilleri çok farklı hem de ağırlıkları. Şekilleri aynı fakat ağırlıkları farklı iki cisim kullanırsak, ağırlığın düşmeye etkisini belki gözlemleyebiliriz. Evde bir sünger top ve elma ile bunu denerseniz aynı anda düştüklerini farkedebilirsiniz. Burada da bir zorluk var; düşme o kadar hızlı oluyor ki, hareketin nasıl geliştiği hakkında fazla bir şey söylemek mümkün değil. Oysa Galileo bunu merak ediyor. Deney konusunda imkânların sınırlı olduğu o zamanda Galileo bunu nasıl gözlemledi?
Rivayete göre Galileo da farklı ağırlıklarda benzer cisimleri Pisa kulesinin tepesinden atarak deneyler yapmış. Bunun nedeni düşme süresini arttırmaktı muhtemelen. O zamanlar zamanı ölçmek için sarkaç gibi ilkel aletler kullanıyorlar dolayısıyla ölçüm yapabilmek için hareketi yavaşlatması gerekiyor. Bunun için bir laboratuvar düzeneği kurmuş, eğik düzlemler kullanmış. Eğik düzlemde yuvarladığı toplar da yerçekimi ile hareket ediyor ama eğimi ayarlayarak hareketi istediği şekilde yavaşlatabilmiş. Eğik düzlemlerde farklı kütlelerde toplar yuvarlayarak bunların hareketlerinin zaman içinde nasıl değiştiğini ölçmüş. Bu şekilde yere düşen her cismin bir saniyede kat ettiği yolun aynı olduğunu ve ilk saniyede 1 birim hareket ediyorsa, 2. saniyede toplam 4 birim, 3. saniyede toplam 9 birim, 4. saniyede ise toplam 16 birim yol kat ettiğini ölçebilmiş. Cismin kat ettiği toplam mesafenin zamanın karesiyle arttığını göstermiş. Bu müthiş bir keşif! Her cisim aynı şekilde düşüyor ve bu matematiksel olarak ifade edilebiliyor. Galileo dikkatli gözlemler ve ölçümler yaparak günlük hayatımızdaki gözlemlerimizle tahmin etmemiz mümkün olmayan ve pek de itiraz edemeyeceğimiz bulgular ediniyor, işte bu bilimsel bilgi. Bilimsel bilgi dediğimizde, bu süreçte, doğrudan dünya ile ilgili, nesnel bir bilgi peşindeyiz. Eğer bu bilgiyi edinirken kullanılan yöntem sağlamsa, şüpheye yer bırakmıyorsa o zaman edinilen bilgiye itiraz etmenin bir anlamı kalmıyor. Dünyayı ancak ona dikkatli bakarak anlayabiliriz, yöntem ve araçlar geliştirdikçe daha dikkatli ve incelikli bakabildikçe dünya ile ilgili bilgimiz de o kadar kesinleşir. Ve eğer yapılan deney basitse, herkes yöntemin sağlamlığı üzerine akıl yürütebilir. Yaşama dair sorgulamalarımızla ilişkilenen, basit deneye dayalı ve yöntemin sağlamlığı hakkında akıl yürütebileceğimiz başka bir örnek verebilir misin?
Diğer bir örnek, yoktan var olan sineklerin hikayesi. 1600'lerde canlıların kendiliğinden üreme (spontaneous generation) ile ortaya çıkabildiğini savunan bir görüş savunuluyor. İnsanlar çürüyen etin üzerinde bir süre sonra oluşan kurtları ve bunların sonradan sineğe dönüştüğünü biliyorlardı fakat kurtların nasıl oluştuğunu bilmiyorlardı. Kurtların et üzerinde kendiliğinden oluştuğu düşünülüyor. Francesco Redi bunu test etmek için şöyle bir deney yaptı; iki kavanoz, biri kapalı biri açık, ikisinin içinde de aynı etin parçası var. Sadece bir kapalı kavanoz ile ilerlemiyor, çünkü diğerini kontrol için tutuyor, yani kapağı açık kavanoz deneyin kontrol düzeneği. İki eş koşullu ortam oluşturuyor, tek değişken; kavanozun kapağının birinde açık, diğerinde kapalı olması. Dolayısıyla değişkenin sonuca etkisini test edebiliyor. Sonuç: Açık olanda kurt ürerken kapalı olanda üremiyor. Bu deneyde kavanozların birine taze hava girişi var, diğerine yok, bunun bir etkisi olabilir mi sorusuyla bir deney daha yapıyor. Biri yine kontrol düzeneği olarak açık, diğeri birkaç kat gazlı bezle örtülü. Bu sefer örtülü kavanoza sinekler giremiyor ama hava girebiliyor ve burada da sinek oluşmuyor. Ayrıca Redi gazlı bezin üzerinde kurtların oluştuğunu da gözlüyor. Sinekler etin kokusuna gelip, kapağın üzerine yumurtalarını bırakıyorlar. Bu deney yaşamın kendiliğinden oluşmadığını ve sineklerin yalnız başka sineklerden oluştuğunu gösteriyor. Sizce tatmin edici mi? Bu basit deney ve gözlem birçok kişi için ikna edici olmuş olabilir fakat muhtemelen bu bulguyu yanlışlamaya çalışan birçok deney de yapılmıştır. Zaten bir bilginin kesinleşmesi için birçok kere test edilmesi beklenir. Nesnel dünyaya dair örnek sorularında karakterimizi etkileyebilecek faktörleri saydın. Astrolojiden yani 'doğduğumuz anda Güneş’in yıldızlara göre pozisyonunun karakterimizi etkilediği' görüşünden nesnel bilgi elde etmek mümkün mü? Bunun doğru olup olmadığını bilimsel yöntemle araştırabilir miyiz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, bilimsel olarak takımyıldızların karakterimiz üzerinde bir etkisi olması için bugüne kadar evren hakkında öğrendiklerimize bakınca hiçbir neden yok. Evrendeki kuvvetleri, cisimlerin birbirini nasıl etkilediğini biliyoruz. Bu bilgiyi çok uzun zamandır çok sayıda deney ve gözlem teyit etti. Bu bilgiye güvenmememiz için hiçbir neden yok. Tüm cisimlerin birbirini kütleçekimiyle etkilediğini biliyoruz, kütleçekiminin nasıl işlediğini bugün çok ayrıntılı olarak biliyoruz. Yıldızlar bizi kütleçekim kuvvetiyle etkileyebilir ama bunun etkisini hesaba kattığımızda doğumhanedeki makasın bile Aslan takımyıldızındaki en yakın yıldızın etkisinden kat kat daha büyük olduğunu hesaplayabiliriz. Durum böyleyken gök olaylarının insanların hayatlarını ve karakterlerini etkilediğine inanmak pek akla yatkın değil. “İyi ama benim tanıdığım tüm başaklar çok düzenli” bunu nasıl açıklıyorsun? diyebilirsiniz. Bunu test edebilir miyiz, biraz akıl yürütelim. Öncelikle başaklar gerçekten düzenli mi yoksa burada bir önyargı mı var? Bu, kız çocuklarının daha çok bebeklerle oynaması, prenseslere meraklı olmasının toplumsal algılarla ne kadar ilgisi olduğunu anlamaya çalışmak gibi. Toplum ve insan oldukça karmaşık sistemler olduğu ve fizik gibi evrensel özellikler göstermeyebildiği için onları anlamak ve onlara dair nesnel bilgiyi ortaya çıkartmak daha güç. Başak burcu örneği üzerinden gidelim, böyle bir araştırma/deney yapacak olsak, bu deney neye benzerdi?
Bilimsel olarak yaklaşmak için soruyu biraz değiştirelim: 23 Ağustos - 23 Eylül arasında doğan bireylerin ne kadar düzenli olduklarını ölçebilir miyiz?
Bunu ölçebilmek için bir deney tasarlarken vermemiz gereken kararlar:
Bu aralıkta doğan herkesi hesaba katamayacağımıza göre kaç kişiden oluşan bir araştırma yapmalıyız?
Kontrol grubumuz olmalı; kontrol grubunda bu aralık dışındaki zamanlarda doğan bireyleri mi ele almalıyız?
Deney katılımcılarına nasıl ulaşacağız?
Cinsiyet ve yaş dağılımı nasıl olmalı?
Karşımızdaki insandan en dürüst yanıtı nasıl alabiliriz? Bu soruya dair alt sorular da var;
Soruları hangi ortamda yöneltmeliyiz?
Yüzyüze mi yoksa internet üzerinden verilen yanıtlar mı daha dürüst olur?
Düzenli misiniz diye bu kişilere mi soracağız? Başka türlü bir veri edinme yöntemi bulabilir miyiz?
Kendilerine soracaksak soruyu nasıl kuracağız?
“Kendinizi düzenli olarak tanımlar mısınız? demek yeterli olur mu? Yoksa önce bir düzenlilik tanımı yapıp bu tanımdaki öğeleri mi test etmeliyiz? Örneğin: “Yaşadığınız ortamda dolap kapakları açıkken uyuyabilir misiniz?” ya da “Kütüphanenizdeki kitapların düzeni bozulduğunda kendinizi ne kadar rahatsız hissedersiniz? 1 – takmam 5 – çok rahatsız olurum” gibi sınırlandırılmış yanıtlı dolaylı sorular mı sormalıyız?
İnsanlara sormaktan başka bir yol düşünebilir miyiz? Örneğin sosyal medya verisinden bu konuda bir çıkarım yapılabilir mi?
Daha sağlıklı ve kesin bir sonuç almak için herkes izleyeceği yol hakkında akıl yürüterek bu soruları çeşitlendirip bir deney tasarlayabilir. Diyelim ki bu veya başka sorularla, verdiğimiz kararlar doğrultusunda bir deney tasarladık, uyguladık ve başaklar gerçekten de kontrol grubuna göre daha düzenli çıktı. Başka deneyler de bunu destekledi. O zaman astrolojinin doğru olduğunu mu kabul edeceğiz? Hayır, bu bulgunun akla yatkın nedeni hala yıldızlar değil. Başka ne olabilir, bu öğrenilmiş bir davranış olabilir mi? Bu nasıl test edilebilir? Mevsimsel etkiler bir neden olabilir mi? Güneş ışığına ne kadar maruz kaldığımız (D vitamini sentezi dolayısıyla ?) gelişim sürecinde davranışsal sonuçlar doğurabilir mi? Bu gibi sorular daha akla yatkın sorulardır. Bilim insanları buna benzer akıl yürütmeler yapıyorlar. Bilim topluluğunun bugüne kadar biriktirdiği bilgiye, deneyim ve yönteme daha hakim olduklarından, daha incelikli bir şekilde deney tasarlayabiliyor, edindikleri bilgiyi mevcut bilgiyle harmanlayarak çok çeşitli sorular sorabiliyorlar. Bilim de bu şekilde ilerliyor, sonuçlar yeni sorular yaratıyor, bunlar test edildikçe bilgi kesinleşiyor. O halde biri bize “Japon bilim insanları Başak burçlarının düzenli olduklarını gösterdi.” derse, Japon bilim insanlarının bir şeyi gösterdiklerini söylemiş olmalarının çok bir anlamı yoktur. Bu nasıl bir araştırmadır? Kaç kişi katılmış? Katılımcıların dağılımı nasıl? Nasıl bir yöntem kullanılmış? Bu bilgi meslektaş filtresinden geçmiş mi? Bilim topluluğu bu çalışmayı nasıl değerlendirmiş? gibi sorular sormak mantıklıdır. Araştırma sonucunun güvenilir olduğunu nereden bileceğiz?
Eğer araştırma sonucu “güvenilir” bir bilimsel dergide yayınlandıysa, bu iyiye işaret olur çünkü bilimsel dergilerde yayınlanan her araştırma, alanda uzman kişilerin değerlendirilmesinden geçer ve eğer yöntem sağlam değilse kabul edilmez. “İyi de ben bilimsel derginin “güvenilir” olduğunu nereden bileceğim?” diyebilirsiniz. Haklısınız çünkü bilimsel dergiymiş gibi görünen ama güvenilirliği olmayan dergiler de var ve alandan olmayanların bu konuda bir fikir sahibi olması kolay değil. O zaman bilim dünyasının bu araştırma üzerinde neler konuştuğuna bakmak iyi bir fikir olabilir. Çünkü unutmayalım ki bilgi güvenilirse ortaya atıldığı anda bir fikir birliği olmasa da kısa bir zaman içinde oluşacaktır. Bilgi paylaşımının günden güne artan model ve teknolojileri bir yana, bilim kapalı devre bir sistemde işleyebiliyor. Mesela, bahsettiğin bilimsel dergilere ya da akademilere ilgili herkesin erişimi yok. Kapalı devre sistemlerin (katılımcılık mekanizmalarını güvence altına almaksızın devlet yönetimi, eğitim ve sanat kurumları vb.) güvenilirliği ve dolayısıyla ortak fayda tartışmaya açık değil mi?
Bilimsel bulgulara koşulsuz güvenmek doğru değil ama bilime güvenebiliriz, çünkü bilim kendini düzeltmeye çalışıyor. Şüphe bilimde çok önemli bir unsur. Örneğin Covid’in ilk zamanlarında hastalığın damlacıkla bulaştığı ve damlacıklar 1,5 metre içinde yere düşeceğinden, maske takmaya gerek olmadığı belirtilmişti. Bu daha önceki virüsler hakkındaki bilgimiz doğrultusunda verilmiş bir tavsiyeydi. Fakat sürekli sorgulayan bilim dünyası kısa sürede bunun böyle olmayabileceğini konuşmaya başladı. Ya Covid, benzerlerinin aksine havada asılı kalabilen çok daha küçük virüs parçacıklarıyla taşınabiliyorsa? Birçok deney bunu test etti. Hatta daha önce kullanılmamış bir görüntüleme tekniğiyle test edildi ve virüs parçacıklarının havalandırılmayan ortamlarda havada asılı kalacağını, uzun mesafelerde de bulaşıcı olabileceği gösterildi. Bilim insanları, yetkilileri kapalı alanda maske takılması konusunda uyarmaya başladılar, DSÖ’nün buna uyumlanması biraz zaman aldı fakat bu süreçte bilim dünyasının reflekslerinin hata yapılsa bile kısa sürede düzeltilmesi yönünde işlediğini gördük.
Toplumun bilimin sonuçlarına hayran olmaktansa bilimi anlaması, insanlığın kolektif bir çabası olduğunu görmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bilimin de toplumdan öğreneceği çok fazla şey var. Elimizde toplumsal fayda için kullanılabilecek bir araç var, elbette merak saikiyle yapılan (temel) bilim çok değerli ve ona her zaman geniş alan tanınmalı, fakat toplumla bilim dünyasının kesişmesinin değeri bundan daha az değil. Bugün iklim değişikliğini, afetleri konuşuyoruz ve tüm kalbimle insanlığın bilim sayesinde edindiği bilgi ve tecrübeyi dünyadaki canlıları geleceğe hazırlamak hatta belli bir seviyede çözüm olmak için kullanabileceğini umuyorum. Böyle bir potansiyelimiz olduğuna çok inanıyorum. Toplumsal fayda için bilimi yaygınlaştırmaktan anladığım, yalnızca bilgiyi açık-kaynak paylaşmak değil, bilgiyi edinmenin ve doğruluğunu değerlendirmenin yöntemlerini de yaygınlaştırmak. Bireyleri veri toplama süreçlerine, kolektif çabaya davet etme ve bunun araçları (yurttaş bilimi, katılıma açık veri havuzları, kendi üzerinde deneyleme protokolleri vb.) konusunda ne düşünüyorsun?
Bu çok güzel bir soru bence. Bunu hep birlikte düşünmeliyiz. Transdisipliner (disipliner ötesi) araştırma diye bir kavram var, pandemi sırasında karşılaştım. Bilimin farklı alanlarının çeşitli formlarda iş birliği yapması, yani disiplinler-arası, çok-disiplinli çalışmalara benzer bir şey gibi düşünmüştüm. Fakat kavramı daha derinlemesine anlayınca farklılaştığını gördüm. Transdisipliner araştırma sorduğun bu soruyla çok ilişkili bir kavram; bilim topluluğu dışından paydaşların yani toplumun araştırmalara dahil olması ve araştırmaları yönlendirmesini de ifade ediyor. Bugüne kadarki alışkanlıklarımız bu yönde değil, daha tek yönlü bir iş birliği söz konusu. Bilim toplumdan veri topluyor, bazen danışmanlık alıyor ve sonuçlar bilimin söylediği budur şeklinde açıklanıyor. Fakat işte o zaman bilgi anlaşılmıyor ve benimsenmiyor. Önerilen “bilimsel çözümler” uygulanabilir olmuyor.
İnsanların veri toplama süreçlerine dahil olması, toplumu bilime yaklaştıran güveni artırabilir. Kâr amacı güden kuruluşların güveni sarsan etkisinin karşısında toplum ve üniversitelerin bir arada üretebilecekleri fırsatların artması, farklı örgütlenmelerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Toplumun bilimsel bilginin üretilmesine katkısı bilim dünyası için de ufuk açıcı olabilir. Toplumun katılımı bilim insanlarına yeni bakış açıları getirebilir ve bu sayede “kutunun dışında” düşünme fırsatı bulabilirler. Geçenlerde Jane Goodall’ın konuşmasında bunu destekleyen bir örnek dinledim. Jane, hayatı boyunca hayvanların içinde yaşamış, onları çok sevmiş ve onlarla çeşitli şekillerde ilişki kurmuş biri, Afrika'da hayvanlarla çalışmayı hayal etmiş fakat hiç bir eğitimi yok. Bir şekilde Afrikaya gidiyor ve yolları paleontolog Louis Leaky ile kesişiyor. Leaky, evrimsel süreçleri anlamak için insanların başka canlılarla davranışsal benzerliklerini, nasıl ilişki kurduklarını merak ediyor. Leaky Jane’i bir şempanze topluluğunu izlemek üzere görevlendiriyor. Hatta sonradan Jane’nin bilimsel eğitimi olmamasını bir avantaj olarak gördüğünü söylemiş. Jane en güçlü yönünü hayvanlarla olan yakınlığını ve hayatı boyunca edindiği tecrübelerini kullanarak hayvanlara o güne kadar yapılmamış şekilde yaklaşmış ve çığır açan bilgiler edinmiş. Bilimsel bilginin üretilmesine kaynak sağlayanlar bilginin işlevini belirleme ve kullanım hakkını da elde ediyor. Bilimin toplum faydasına çalışması dediğimizde neleri konuşmalıyız, bilim topluluğu ve bireyler ne yapabilir?
Dürüstçe ortaya koyup tartışmamız gereken çok önemli soru ve sorunlar var. Bugün serbest piyasaya kaderimizi teslim etmek yerine devletlerin daha güçlenip toplumu ve insanlığı iyiye götürecek politikalar belirlemesinin ve teşvikler ile bilimi de bu yönde üretmeye yönlendirmesinin önemi konuşuluyor. Fakat devlet daha güçlü olsun, daha çok yönlendirsin fikri de korkutucu, malum. Özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu. Devletin güçlenmesine karşı sivil toplum da güçlenirse, toplum özgürlüklerini koruyabilir. Yalnız devletin ve sivil toplumun güçlerinin dengelendiği dar bir koridorda özgürlüklerin güvence altına alınabileceği savı Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un Dar Koridor kitabında öne sürülüyor. Aynı koridor devletin toplum yararına politikalar üreten mekanizmaları desteklemesini de sağlayabilir.
Bilimin açık olması önemli, bilgi kimsenin tekelinde olmamalı. Buna izin verilmemeli. Bunu sağlamak üzere alternatif örgütlenmeler değerli görünüyor bana. Sağlıklı örgütlenmeler kurgulamalıyız, bunu nasıl yapacağımıza kafa yormalıyız. Örneğin depreme hazırlık için mahalle örgütlenmeleri kuruluyor yer yer, bunları bilim insanlarıyla bir araya getirmek ve somut problemler üzerine birlikte çözüm üretmeye çalışmak bir başlangıç noktası olabilir. Bu alternatif örgütlenmeleri nasıl kuracağız ve nasıl yaşatacağız. Bunun yanıtını hep birlikte aramalıyız ve umarım buluruz. Jetz’de sizin yaptığınız da bu değil mi?
Herkesin (sivil toplum kuruluşlarının, sanatçıların, bilim insanlarının, yeni dünyayı çok daha iyi bilen gençlerin) iş birliği yapabileceği sağlıklı ortamları nasıl yaratabileceğimizi düşünmeliyiz. Birinci koşul sanıyorum birbirini anlamak, aynı dili konuşmak. Bu noktada, iletişimin mümkün olması için bilimi anlayan bir topluluğun yönlendirmesi önemlidir. Eğitim de kilit rol oynuyor, fakat “eğitim çok kötü, eğitim bitti" demek yerine, bir taraftan resmi eğitimin bilimsel eğitim olması gerekliliğini zorlamaya devam edip diğer taraftan alternatif eğitim ortamları yaratabiliriz. Böyle oluşumlar var ve bazıları çok iyi işliyor. Bilim iletişimini şimdi olduğundan çok daha yaygın hale getirmenin yollarını aramalıyız ve bilimi anlatırken neyi nasıl anlatmamız gerektiğini de konuşup tartışmalıyız. Her şekilde toplumun farklı kesimlerini bir araya getirerek başlayabiliriz. Ortak dil bir şekilde oluştuğunda bence ortaklıklar derinleşip daha anlamlı ve sorun çözümüne yönelik hale gelebilir. 1Daron Acemoğlu, James Robinson, Dar Koridor, Çeviri: Yüksel Taşkın, Doğan Kitap, Ocak 2020.
Bilimin ne olduğunu söylemek zor ama nasıl çalıştığını anlatabilirim. Bilimi insanlığın, aklını ve deneyimlerini kullanarak çevresindeki evren hakkında bilgi edinmek için geliştirdiği yöntemlerden oluşan kolektif bir çaba olarak düşünebiliriz. Bilim öncelikle etrafımızda nesnel olgular olduğunu kabul ediyor. Nesnel olgular kimin ona baktığına göre değişmiyor, aynı şartlarda kim bakarsa baksın aynı şeyi görüyor. Kişiye göre değişebilen olgular; inançlar, zevkler, duygular, tercihler, hangi dinin ya da tarzın daha ”iyi” olduğu bilimin konusu değil. Bilimin konusu olan nesnel olgulara dair sorular şunlar olabilir; Dünyanın ısınmasında insanların rolü önemli mi? Yaşam nasıl başladı? Evren nasıl oluştu? Stres çocukların öğrenmesini nasıl etkiliyor? Bitkiler neden yeşil? Karakterimizi etkileyen faktörler nelerdir, genetik ve çevresel etkileri ayırt edebilir miyiz? Bilimsel olan ve olmayan konuları birbirinden ayırmak genelde mümkün ama bazen soru o kadar karmaşık oluyor ki, nesnel olmayan olgular da barındırıyor. Örneğin bilinç bilimin konusu mudur? Bu hala bir tartışma konusu. Bilinci bugün bilimsel olarak anlamaya çalışan çabalar var, felsefede de tartışılıyor. Bunların konuşulduğu güzel bir söyleşi tavsiye edeyim. Bilim bir bakış açısıyla başlıyor, akla dayanan yöntem ve pratikler ile ilerliyor. Süreçte bilim topluluğunun rolü çok önemli. Bir kişinin yaptığı şey bilim olabilir ama elde ettiği bilgi ancak bilim topluluğunun süzgecinden geçtiğinde bilimsel bilgi olarak kabul ediliyor.
Bilimsel yöntemi en basit şekliyle nasıl tanımlarsın?
Gözlem işin odağındadır. Karşımızda nesnel bir dünya olduğunu varsaydığımıza göre onu tanımak ve anlamak için kuşkusuz ona bakmak, gözlemek gerekiyor. Günlük hayatımızda sürekli gözlem yapıyoruz, deneyimlerimiz ve gözlemle edindiğimiz bilgiyi kullanıyoruz fakat bilim yapmak bu değil, bilim yanıltıcı unsurların ve önyargılarımızın oluşturduğu perdeyi aralamayı başarmalı. Bilimdeki gözlemler daha “dikkatli” ve “sistematik”tir. Gözlem kullandığımız tek yöntem değil, örneğin modelleme yapıyoruz, doğayı matematiksel olarak modelliyoruz. Bilim bazen teorik bulgularla ilerliyor, önce matematiksel olarak gösterilen olgular var, örneğin Neptün böyle keşfedilmiş. Modeller oluşturup, bilgisayar simülasyonlarıyla bu modeller gözlemlerle uyumlu mu diye bakıyoruz, daha uyumlu olması için bu modelleri geliştiriyoruz. Bu matematiksel modellerin sağlamlığından emin olunca, bilgisayarda da deneyler yapabiliyoruz. Toplum hakkında bilgi edinmek için de çeşitli yöntemler var. Anket yapıyoruz, verileri analiz ediyoruz, son zamanlarda büyük veriden bilimsel bilgi edinmenin yöntemlerini rafine ediyoruz; hesaplamalı sosyal bilimler diye bir alan mevcut. Süreçte kayıt ve paylaşım da kritik öneme sahip. Bilim yaparken edinilen bilgiyi somutlaştırmak ve bilgiyi sistematik olarak kağıda geçirmek hem bilgiyi analiz edebilmek, hem başka bilgilerle sentezleyebilmek hem de paylaşabilmek için gerekiyor. Bulguların ve yöntemin tüm açıklığıyla paylaşılması başkalarının da o bilgi ve yöntemi test etmesine olanak sağlıyor. Bu şekilde testlerden geçen bulgular, kanıtlanmış bilgiye dönüşüyor. Sistematik gözlemi sıradan gözlemden ayıran bir örnek verebilir misin?
Klasik bir fizik sorusu: Bir bowling topu ve bir kuş tüyü aynı yükseklikten yere doğru bırakılsa hangisi önce düşer? Bu soruyu günlük hayatımızdaki gözlemlere dayanarak yanıtlarsak, aynı yükseklikten bırakılan iki cismin ağır olanının daha çabuk yere ulaşacağını öne sürebiliriz. Aristo da böyle yapmış, demiş ki “ağır cisimler daha hızlı düşer”. Aristo’nun yaşadığı M.Ö. 300'lü yıllardan 15. Yüzyıla kadar bu böyle bilinmiş. Bilimsel aydınlanma bu tarihlerde hızlanıyor ve Galileo da o sürecin belirleyicilerinden. Daha dikkatli bakabileceği bir yöntem geliştiriyor. Bugün yerçekiminin etkisinin kütleden bağımsız olduğunu biliyoruz. Yani hiç hava olmayan bir ortamda bir bowling topu ve bir tüy aynı yükseklikten bırakılırlarsa aynı anda yere ulaşır. Bir bowling topu ve bir kuş tüyünün nasıl aynı anda yere düştüğünü görmek isterseniz, bu deneyin harika bir videosu var. Ayrıca Ayda Apollo 15 görevinde David Scott da bu deneyi bir çekiç ve bir kuş tüyü ile yapmış. Bizler daha dikkatli bir gözlem yapabilir miyiz, bir düşünelim. Tüy ve taş birbirlerinden çok farklı malzemeler, hem şekilleri çok farklı hem de ağırlıkları. Şekilleri aynı fakat ağırlıkları farklı iki cisim kullanırsak, ağırlığın düşmeye etkisini belki gözlemleyebiliriz. Evde bir sünger top ve elma ile bunu denerseniz aynı anda düştüklerini farkedebilirsiniz. Burada da bir zorluk var; düşme o kadar hızlı oluyor ki, hareketin nasıl geliştiği hakkında fazla bir şey söylemek mümkün değil. Oysa Galileo bunu merak ediyor. Deney konusunda imkânların sınırlı olduğu o zamanda Galileo bunu nasıl gözlemledi?
Rivayete göre Galileo da farklı ağırlıklarda benzer cisimleri Pisa kulesinin tepesinden atarak deneyler yapmış. Bunun nedeni düşme süresini arttırmaktı muhtemelen. O zamanlar zamanı ölçmek için sarkaç gibi ilkel aletler kullanıyorlar dolayısıyla ölçüm yapabilmek için hareketi yavaşlatması gerekiyor. Bunun için bir laboratuvar düzeneği kurmuş, eğik düzlemler kullanmış. Eğik düzlemde yuvarladığı toplar da yerçekimi ile hareket ediyor ama eğimi ayarlayarak hareketi istediği şekilde yavaşlatabilmiş. Eğik düzlemlerde farklı kütlelerde toplar yuvarlayarak bunların hareketlerinin zaman içinde nasıl değiştiğini ölçmüş. Bu şekilde yere düşen her cismin bir saniyede kat ettiği yolun aynı olduğunu ve ilk saniyede 1 birim hareket ediyorsa, 2. saniyede toplam 4 birim, 3. saniyede toplam 9 birim, 4. saniyede ise toplam 16 birim yol kat ettiğini ölçebilmiş. Cismin kat ettiği toplam mesafenin zamanın karesiyle arttığını göstermiş. Bu müthiş bir keşif! Her cisim aynı şekilde düşüyor ve bu matematiksel olarak ifade edilebiliyor. Galileo dikkatli gözlemler ve ölçümler yaparak günlük hayatımızdaki gözlemlerimizle tahmin etmemiz mümkün olmayan ve pek de itiraz edemeyeceğimiz bulgular ediniyor, işte bu bilimsel bilgi. Bilimsel bilgi dediğimizde, bu süreçte, doğrudan dünya ile ilgili, nesnel bir bilgi peşindeyiz. Eğer bu bilgiyi edinirken kullanılan yöntem sağlamsa, şüpheye yer bırakmıyorsa o zaman edinilen bilgiye itiraz etmenin bir anlamı kalmıyor. Dünyayı ancak ona dikkatli bakarak anlayabiliriz, yöntem ve araçlar geliştirdikçe daha dikkatli ve incelikli bakabildikçe dünya ile ilgili bilgimiz de o kadar kesinleşir. Ve eğer yapılan deney basitse, herkes yöntemin sağlamlığı üzerine akıl yürütebilir. Yaşama dair sorgulamalarımızla ilişkilenen, basit deneye dayalı ve yöntemin sağlamlığı hakkında akıl yürütebileceğimiz başka bir örnek verebilir misin?
Diğer bir örnek, yoktan var olan sineklerin hikayesi. 1600'lerde canlıların kendiliğinden üreme (spontaneous generation) ile ortaya çıkabildiğini savunan bir görüş savunuluyor. İnsanlar çürüyen etin üzerinde bir süre sonra oluşan kurtları ve bunların sonradan sineğe dönüştüğünü biliyorlardı fakat kurtların nasıl oluştuğunu bilmiyorlardı. Kurtların et üzerinde kendiliğinden oluştuğu düşünülüyor. Francesco Redi bunu test etmek için şöyle bir deney yaptı; iki kavanoz, biri kapalı biri açık, ikisinin içinde de aynı etin parçası var. Sadece bir kapalı kavanoz ile ilerlemiyor, çünkü diğerini kontrol için tutuyor, yani kapağı açık kavanoz deneyin kontrol düzeneği. İki eş koşullu ortam oluşturuyor, tek değişken; kavanozun kapağının birinde açık, diğerinde kapalı olması. Dolayısıyla değişkenin sonuca etkisini test edebiliyor. Sonuç: Açık olanda kurt ürerken kapalı olanda üremiyor. Bu deneyde kavanozların birine taze hava girişi var, diğerine yok, bunun bir etkisi olabilir mi sorusuyla bir deney daha yapıyor. Biri yine kontrol düzeneği olarak açık, diğeri birkaç kat gazlı bezle örtülü. Bu sefer örtülü kavanoza sinekler giremiyor ama hava girebiliyor ve burada da sinek oluşmuyor. Ayrıca Redi gazlı bezin üzerinde kurtların oluştuğunu da gözlüyor. Sinekler etin kokusuna gelip, kapağın üzerine yumurtalarını bırakıyorlar. Bu deney yaşamın kendiliğinden oluşmadığını ve sineklerin yalnız başka sineklerden oluştuğunu gösteriyor. Sizce tatmin edici mi? Bu basit deney ve gözlem birçok kişi için ikna edici olmuş olabilir fakat muhtemelen bu bulguyu yanlışlamaya çalışan birçok deney de yapılmıştır. Zaten bir bilginin kesinleşmesi için birçok kere test edilmesi beklenir. Nesnel dünyaya dair örnek sorularında karakterimizi etkileyebilecek faktörleri saydın. Astrolojiden yani 'doğduğumuz anda Güneş’in yıldızlara göre pozisyonunun karakterimizi etkilediği' görüşünden nesnel bilgi elde etmek mümkün mü? Bunun doğru olup olmadığını bilimsel yöntemle araştırabilir miyiz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, bilimsel olarak takımyıldızların karakterimiz üzerinde bir etkisi olması için bugüne kadar evren hakkında öğrendiklerimize bakınca hiçbir neden yok. Evrendeki kuvvetleri, cisimlerin birbirini nasıl etkilediğini biliyoruz. Bu bilgiyi çok uzun zamandır çok sayıda deney ve gözlem teyit etti. Bu bilgiye güvenmememiz için hiçbir neden yok. Tüm cisimlerin birbirini kütleçekimiyle etkilediğini biliyoruz, kütleçekiminin nasıl işlediğini bugün çok ayrıntılı olarak biliyoruz. Yıldızlar bizi kütleçekim kuvvetiyle etkileyebilir ama bunun etkisini hesaba kattığımızda doğumhanedeki makasın bile Aslan takımyıldızındaki en yakın yıldızın etkisinden kat kat daha büyük olduğunu hesaplayabiliriz. Durum böyleyken gök olaylarının insanların hayatlarını ve karakterlerini etkilediğine inanmak pek akla yatkın değil. “İyi ama benim tanıdığım tüm başaklar çok düzenli” bunu nasıl açıklıyorsun? diyebilirsiniz. Bunu test edebilir miyiz, biraz akıl yürütelim. Öncelikle başaklar gerçekten düzenli mi yoksa burada bir önyargı mı var? Bu, kız çocuklarının daha çok bebeklerle oynaması, prenseslere meraklı olmasının toplumsal algılarla ne kadar ilgisi olduğunu anlamaya çalışmak gibi. Toplum ve insan oldukça karmaşık sistemler olduğu ve fizik gibi evrensel özellikler göstermeyebildiği için onları anlamak ve onlara dair nesnel bilgiyi ortaya çıkartmak daha güç. Başak burcu örneği üzerinden gidelim, böyle bir araştırma/deney yapacak olsak, bu deney neye benzerdi?
Bilimsel olarak yaklaşmak için soruyu biraz değiştirelim: 23 Ağustos - 23 Eylül arasında doğan bireylerin ne kadar düzenli olduklarını ölçebilir miyiz?
Bunu ölçebilmek için bir deney tasarlarken vermemiz gereken kararlar:
Bu aralıkta doğan herkesi hesaba katamayacağımıza göre kaç kişiden oluşan bir araştırma yapmalıyız?
Kontrol grubumuz olmalı; kontrol grubunda bu aralık dışındaki zamanlarda doğan bireyleri mi ele almalıyız?
Deney katılımcılarına nasıl ulaşacağız?
Cinsiyet ve yaş dağılımı nasıl olmalı?
Karşımızdaki insandan en dürüst yanıtı nasıl alabiliriz? Bu soruya dair alt sorular da var;
Soruları hangi ortamda yöneltmeliyiz?
Yüzyüze mi yoksa internet üzerinden verilen yanıtlar mı daha dürüst olur?
Düzenli misiniz diye bu kişilere mi soracağız? Başka türlü bir veri edinme yöntemi bulabilir miyiz?
Kendilerine soracaksak soruyu nasıl kuracağız?
“Kendinizi düzenli olarak tanımlar mısınız? demek yeterli olur mu? Yoksa önce bir düzenlilik tanımı yapıp bu tanımdaki öğeleri mi test etmeliyiz? Örneğin: “Yaşadığınız ortamda dolap kapakları açıkken uyuyabilir misiniz?” ya da “Kütüphanenizdeki kitapların düzeni bozulduğunda kendinizi ne kadar rahatsız hissedersiniz? 1 – takmam 5 – çok rahatsız olurum” gibi sınırlandırılmış yanıtlı dolaylı sorular mı sormalıyız?
İnsanlara sormaktan başka bir yol düşünebilir miyiz? Örneğin sosyal medya verisinden bu konuda bir çıkarım yapılabilir mi?
Daha sağlıklı ve kesin bir sonuç almak için herkes izleyeceği yol hakkında akıl yürüterek bu soruları çeşitlendirip bir deney tasarlayabilir. Diyelim ki bu veya başka sorularla, verdiğimiz kararlar doğrultusunda bir deney tasarladık, uyguladık ve başaklar gerçekten de kontrol grubuna göre daha düzenli çıktı. Başka deneyler de bunu destekledi. O zaman astrolojinin doğru olduğunu mu kabul edeceğiz? Hayır, bu bulgunun akla yatkın nedeni hala yıldızlar değil. Başka ne olabilir, bu öğrenilmiş bir davranış olabilir mi? Bu nasıl test edilebilir? Mevsimsel etkiler bir neden olabilir mi? Güneş ışığına ne kadar maruz kaldığımız (D vitamini sentezi dolayısıyla ?) gelişim sürecinde davranışsal sonuçlar doğurabilir mi? Bu gibi sorular daha akla yatkın sorulardır. Bilim insanları buna benzer akıl yürütmeler yapıyorlar. Bilim topluluğunun bugüne kadar biriktirdiği bilgiye, deneyim ve yönteme daha hakim olduklarından, daha incelikli bir şekilde deney tasarlayabiliyor, edindikleri bilgiyi mevcut bilgiyle harmanlayarak çok çeşitli sorular sorabiliyorlar. Bilim de bu şekilde ilerliyor, sonuçlar yeni sorular yaratıyor, bunlar test edildikçe bilgi kesinleşiyor. O halde biri bize “Japon bilim insanları Başak burçlarının düzenli olduklarını gösterdi.” derse, Japon bilim insanlarının bir şeyi gösterdiklerini söylemiş olmalarının çok bir anlamı yoktur. Bu nasıl bir araştırmadır? Kaç kişi katılmış? Katılımcıların dağılımı nasıl? Nasıl bir yöntem kullanılmış? Bu bilgi meslektaş filtresinden geçmiş mi? Bilim topluluğu bu çalışmayı nasıl değerlendirmiş? gibi sorular sormak mantıklıdır. Araştırma sonucunun güvenilir olduğunu nereden bileceğiz?
Eğer araştırma sonucu “güvenilir” bir bilimsel dergide yayınlandıysa, bu iyiye işaret olur çünkü bilimsel dergilerde yayınlanan her araştırma, alanda uzman kişilerin değerlendirilmesinden geçer ve eğer yöntem sağlam değilse kabul edilmez. “İyi de ben bilimsel derginin “güvenilir” olduğunu nereden bileceğim?” diyebilirsiniz. Haklısınız çünkü bilimsel dergiymiş gibi görünen ama güvenilirliği olmayan dergiler de var ve alandan olmayanların bu konuda bir fikir sahibi olması kolay değil. O zaman bilim dünyasının bu araştırma üzerinde neler konuştuğuna bakmak iyi bir fikir olabilir. Çünkü unutmayalım ki bilgi güvenilirse ortaya atıldığı anda bir fikir birliği olmasa da kısa bir zaman içinde oluşacaktır. Bilgi paylaşımının günden güne artan model ve teknolojileri bir yana, bilim kapalı devre bir sistemde işleyebiliyor. Mesela, bahsettiğin bilimsel dergilere ya da akademilere ilgili herkesin erişimi yok. Kapalı devre sistemlerin (katılımcılık mekanizmalarını güvence altına almaksızın devlet yönetimi, eğitim ve sanat kurumları vb.) güvenilirliği ve dolayısıyla ortak fayda tartışmaya açık değil mi?
Bilimsel bulgulara koşulsuz güvenmek doğru değil ama bilime güvenebiliriz, çünkü bilim kendini düzeltmeye çalışıyor. Şüphe bilimde çok önemli bir unsur. Örneğin Covid’in ilk zamanlarında hastalığın damlacıkla bulaştığı ve damlacıklar 1,5 metre içinde yere düşeceğinden, maske takmaya gerek olmadığı belirtilmişti. Bu daha önceki virüsler hakkındaki bilgimiz doğrultusunda verilmiş bir tavsiyeydi. Fakat sürekli sorgulayan bilim dünyası kısa sürede bunun böyle olmayabileceğini konuşmaya başladı. Ya Covid, benzerlerinin aksine havada asılı kalabilen çok daha küçük virüs parçacıklarıyla taşınabiliyorsa? Birçok deney bunu test etti. Hatta daha önce kullanılmamış bir görüntüleme tekniğiyle test edildi ve virüs parçacıklarının havalandırılmayan ortamlarda havada asılı kalacağını, uzun mesafelerde de bulaşıcı olabileceği gösterildi. Bilim insanları, yetkilileri kapalı alanda maske takılması konusunda uyarmaya başladılar, DSÖ’nün buna uyumlanması biraz zaman aldı fakat bu süreçte bilim dünyasının reflekslerinin hata yapılsa bile kısa sürede düzeltilmesi yönünde işlediğini gördük.
Toplumun bilimin sonuçlarına hayran olmaktansa bilimi anlaması, insanlığın kolektif bir çabası olduğunu görmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bilimin de toplumdan öğreneceği çok fazla şey var. Elimizde toplumsal fayda için kullanılabilecek bir araç var, elbette merak saikiyle yapılan (temel) bilim çok değerli ve ona her zaman geniş alan tanınmalı, fakat toplumla bilim dünyasının kesişmesinin değeri bundan daha az değil. Bugün iklim değişikliğini, afetleri konuşuyoruz ve tüm kalbimle insanlığın bilim sayesinde edindiği bilgi ve tecrübeyi dünyadaki canlıları geleceğe hazırlamak hatta belli bir seviyede çözüm olmak için kullanabileceğini umuyorum. Böyle bir potansiyelimiz olduğuna çok inanıyorum. Toplumsal fayda için bilimi yaygınlaştırmaktan anladığım, yalnızca bilgiyi açık-kaynak paylaşmak değil, bilgiyi edinmenin ve doğruluğunu değerlendirmenin yöntemlerini de yaygınlaştırmak. Bireyleri veri toplama süreçlerine, kolektif çabaya davet etme ve bunun araçları (yurttaş bilimi, katılıma açık veri havuzları, kendi üzerinde deneyleme protokolleri vb.) konusunda ne düşünüyorsun?
Bu çok güzel bir soru bence. Bunu hep birlikte düşünmeliyiz. Transdisipliner (disipliner ötesi) araştırma diye bir kavram var, pandemi sırasında karşılaştım. Bilimin farklı alanlarının çeşitli formlarda iş birliği yapması, yani disiplinler-arası, çok-disiplinli çalışmalara benzer bir şey gibi düşünmüştüm. Fakat kavramı daha derinlemesine anlayınca farklılaştığını gördüm. Transdisipliner araştırma sorduğun bu soruyla çok ilişkili bir kavram; bilim topluluğu dışından paydaşların yani toplumun araştırmalara dahil olması ve araştırmaları yönlendirmesini de ifade ediyor. Bugüne kadarki alışkanlıklarımız bu yönde değil, daha tek yönlü bir iş birliği söz konusu. Bilim toplumdan veri topluyor, bazen danışmanlık alıyor ve sonuçlar bilimin söylediği budur şeklinde açıklanıyor. Fakat işte o zaman bilgi anlaşılmıyor ve benimsenmiyor. Önerilen “bilimsel çözümler” uygulanabilir olmuyor.
İnsanların veri toplama süreçlerine dahil olması, toplumu bilime yaklaştıran güveni artırabilir. Kâr amacı güden kuruluşların güveni sarsan etkisinin karşısında toplum ve üniversitelerin bir arada üretebilecekleri fırsatların artması, farklı örgütlenmelerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Toplumun bilimsel bilginin üretilmesine katkısı bilim dünyası için de ufuk açıcı olabilir. Toplumun katılımı bilim insanlarına yeni bakış açıları getirebilir ve bu sayede “kutunun dışında” düşünme fırsatı bulabilirler. Geçenlerde Jane Goodall’ın konuşmasında bunu destekleyen bir örnek dinledim. Jane, hayatı boyunca hayvanların içinde yaşamış, onları çok sevmiş ve onlarla çeşitli şekillerde ilişki kurmuş biri, Afrika'da hayvanlarla çalışmayı hayal etmiş fakat hiç bir eğitimi yok. Bir şekilde Afrikaya gidiyor ve yolları paleontolog Louis Leaky ile kesişiyor. Leaky, evrimsel süreçleri anlamak için insanların başka canlılarla davranışsal benzerliklerini, nasıl ilişki kurduklarını merak ediyor. Leaky Jane’i bir şempanze topluluğunu izlemek üzere görevlendiriyor. Hatta sonradan Jane’nin bilimsel eğitimi olmamasını bir avantaj olarak gördüğünü söylemiş. Jane en güçlü yönünü hayvanlarla olan yakınlığını ve hayatı boyunca edindiği tecrübelerini kullanarak hayvanlara o güne kadar yapılmamış şekilde yaklaşmış ve çığır açan bilgiler edinmiş. Bilimsel bilginin üretilmesine kaynak sağlayanlar bilginin işlevini belirleme ve kullanım hakkını da elde ediyor. Bilimin toplum faydasına çalışması dediğimizde neleri konuşmalıyız, bilim topluluğu ve bireyler ne yapabilir?
Dürüstçe ortaya koyup tartışmamız gereken çok önemli soru ve sorunlar var. Bugün serbest piyasaya kaderimizi teslim etmek yerine devletlerin daha güçlenip toplumu ve insanlığı iyiye götürecek politikalar belirlemesinin ve teşvikler ile bilimi de bu yönde üretmeye yönlendirmesinin önemi konuşuluyor. Fakat devlet daha güçlü olsun, daha çok yönlendirsin fikri de korkutucu, malum. Özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu. Devletin güçlenmesine karşı sivil toplum da güçlenirse, toplum özgürlüklerini koruyabilir. Yalnız devletin ve sivil toplumun güçlerinin dengelendiği dar bir koridorda özgürlüklerin güvence altına alınabileceği savı Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un Dar Koridor kitabında öne sürülüyor. Aynı koridor devletin toplum yararına politikalar üreten mekanizmaları desteklemesini de sağlayabilir.
Bilimin açık olması önemli, bilgi kimsenin tekelinde olmamalı. Buna izin verilmemeli. Bunu sağlamak üzere alternatif örgütlenmeler değerli görünüyor bana. Sağlıklı örgütlenmeler kurgulamalıyız, bunu nasıl yapacağımıza kafa yormalıyız. Örneğin depreme hazırlık için mahalle örgütlenmeleri kuruluyor yer yer, bunları bilim insanlarıyla bir araya getirmek ve somut problemler üzerine birlikte çözüm üretmeye çalışmak bir başlangıç noktası olabilir. Bu alternatif örgütlenmeleri nasıl kuracağız ve nasıl yaşatacağız. Bunun yanıtını hep birlikte aramalıyız ve umarım buluruz. Jetz’de sizin yaptığınız da bu değil mi?
Herkesin (sivil toplum kuruluşlarının, sanatçıların, bilim insanlarının, yeni dünyayı çok daha iyi bilen gençlerin) iş birliği yapabileceği sağlıklı ortamları nasıl yaratabileceğimizi düşünmeliyiz. Birinci koşul sanıyorum birbirini anlamak, aynı dili konuşmak. Bu noktada, iletişimin mümkün olması için bilimi anlayan bir topluluğun yönlendirmesi önemlidir. Eğitim de kilit rol oynuyor, fakat “eğitim çok kötü, eğitim bitti" demek yerine, bir taraftan resmi eğitimin bilimsel eğitim olması gerekliliğini zorlamaya devam edip diğer taraftan alternatif eğitim ortamları yaratabiliriz. Böyle oluşumlar var ve bazıları çok iyi işliyor. Bilim iletişimini şimdi olduğundan çok daha yaygın hale getirmenin yollarını aramalıyız ve bilimi anlatırken neyi nasıl anlatmamız gerektiğini de konuşup tartışmalıyız. Her şekilde toplumun farklı kesimlerini bir araya getirerek başlayabiliriz. Ortak dil bir şekilde oluştuğunda bence ortaklıklar derinleşip daha anlamlı ve sorun çözümüne yönelik hale gelebilir. 1Daron Acemoğlu, James Robinson, Dar Koridor, Çeviri: Yüksel Taşkın, Doğan Kitap, Ocak 2020.
Defne Üçer Şaylan, ODTÜ Fizik Bölümü’nden 1996’da Lisans, 1998’de Yüksek Lisans derecelerini aldı. Fizik alanında doktorasını San Diego’daki California Üniversitesi’nde 2004 yılında tamamladı. 2004-2014 yılları arasında Sabancı Üniversitesi’nde Temel Geliştirme Programının koordinasyonunda çalıştı. Çeşitli bilim eğitimi programlarının tasarlanması ve yürütülmesinde yer aldı. 2017’de Bilim Akademisi’nin çevrimiçi popüler bilim yayını sarkac.org’u kurdu, hâlen Sarkaç'ın fen bilimleri editörüdür.